14 Mayıs 2024

 "Alavere dalavere, Kürt Memet nöbete" mi, hukuka dönüş umudu mu?

Yazının başlığı; çocukluğumdan beri duyup bildiğim, gündelik yaşamda ve siyasette her an tanık olduğumuz haksızlığı, hukuksuzluğu, eşitsizliği ifade eden, yaşam pratiğinden süzülmüş bir deyim...

İki gün sonra -16 Mayıs'ta- Kobane davasının karar duruşması var. Karar yine ertelenirse, iktidar ortağı AKP ve MHP arasındaki pazarlığın, öte yandan da Erdoğan ile Özel arasındaki yumuşama/normalleşme sürecinin bir sonuca varmadığını, yargının beklemede olduğunu anlayacağız. Mahkûmiyet veya beraat (ki hiç beklemiyorum, iyi ihtimal birkaç tahliye olabilir) kararları ise yakın geleceğimizin nasıl şekilleneceğinin işaret olacak.

Dünden beri medyada yer alan "Ülkenin geleceğini etkileyecek bir kararın eşiğindeyiz" başlıklı 159 imzalı bildiride, Kobane davasının -başta Gezi davası olmak üzere- yasayla, hukukla ilişkisi olmayan muvazaalı siyasî davaların kilidi olduğuna dikkat çekiliyor. Bildiri, kamuoyunda ve siyasî parti ve çevrelerde farkındalık yaratmanın yanında, çok temel bir noktanın altını çiziyor: Çözüm, yargının iktidarın sopası olmaktan kurtarılıp hukuk devletinin tanınmasıdır. Bu açıdan, Gezi davası ile Kobane davasının, Kavala'nın tutsaklığı ile Demirtaş'ın tutsaklığının farkı yoktur.

Erdoğan'a iletilen dosyalar arasında Kobane dosyası var mıydı?

Erdoğan'ı bunca yıldır izleyen biri olarak pek umut beslemesem de, Özel'in siyasette normalleşme, yani düşman değil siyasî rakipler olarak medeni ilişki kurma çabalarına karşı değilim. Tayyip Bey'in arzu ettiği gibi "yumuşamak" değil de ilkeli diyalog ve duruş sergilenebilirse, ülkeye zararı olmaz faydası olur, ayrıca karşıdakinin gerçek yüzünün görülmesine de imkân sağlar.

CHP Genel Başkanı Özel, Tayyip Erdoğan'a elinde dosyalarla gideceğini, bu dosyaların başında Gezi dosyası olacağını, dosyada 18 yıla mahkûm edilen Tayfun Kahraman'ın küçücük kızı Vera'nın da fotoğrafı bulunacağını söylediğinde, Osman Kavala'ya özgürlük talebi, -nabız yoklamak için de olsa- AKP içinden de mırıldanmaya başlandığında sevinmiştim. Ama sonra gamlı baykuş yanım ağır bastı, içime kurt düştü. Erdoğan-Özel görüşmesi konusundaki çeşitli haberlerde, yorumlarda, açıklamalarda Osman Kavala, Can Atalay, Gezi davasından bolca söz edilirken, Özgür Özel görüşmeyle ilgili açıklamalar yaparken Kobane davasına, Demirtaş'ın durumuna, tutuklu belediye başkanlarına, kayyım zorlamalarına, vb. hiç değinilmediğini fark ettim. AİHM kararlarını yok sayan, anayasa ve yasa tanımazlığın simgesi olan iki dava, iki hukuk cinayeti aynı muameleyi görmüyor, aynı ilgiye mazhar olmuyordu. 

Belki, yanılıyorum, belki benim vesvesem, benim kötümserliğimdir ama sanki Kobane davası Gezi davasıyla birlikte ele alınırsa, Osman Kavala ve Gezi tutukluları için istenen özgürlük Demirtaş ve Kobane davası tutukluları için de istenirse Erdoğan ürkecek, ortağını ikna etmesi güçleşecek, çabalar sonuçsuz kalacak diye düşünülmüş olabilir miydi? 

Erdoğan'ın kafasında dolaşan tilkilerin kuyrukları, ortağı Bahçeli ve derin görevli danışmanların tilkilerinin kuyruklarına dolaşıyordu besbelli. Özgür Özel ise, "Şimdilik fincancı katırlarını ürkütmeyelim, hele bir Gezi'yi halledelim gerisine sonra bakarız," diye düşünmüş olabilir mi? En vahimi; Kobane'nin tutsaklığı Gezi'nin özgürlüğünün bedeli sayılabilir mi?

Tabii ki yanılabilirim. Hepsi boş kaygılar, temelsiz kuşkular olabilir. Önümüzdeki iki günde ve karar sonrasında CHP'nin davaya nasıl, ne oranda sahip çıkacağını göreceğiz. Umarım yanılırım, umarım kötümserliğimden utanırım.

Türklük sözleşmesi Türkiyelilik sözleşmesine evrilmedikçe…

Yazının başlığı; çocukluğumdan beri duyup bildiğim, gündelik yaşamda ve siyasette her an tanık olduğumuz haksızlığı, hukuksuzluğu, eşitsizliği ifade eden, yaşam pratiğinden süzülmüş bir deyim. Babam subaydı, bilirim. Erler, zorlu gece nöbetlerinden kaytarmak için bölükte diş geçirebildikleri bir askerciği ayarlarlar. "Kürt Memet" bir simgedir. Nöbet sonunda ona kalır, çünkü o "öteki"dir. 

Gezi davası ile Kobane davası arasındaki fark Kobane davasının Kürt halkının, Kürt siyasetçilerin, Gezi'nin ise bizim Türk mahallesinin davası olmasından ibaret. Biri için yüksek sesle konuşurken ve adalet talep ederken öteki konusunda mümkün olduğunca susmamızın, siyaseten doğruluk adına, "Evet, tabii, Kobane davasında da AİHM kararları uygulanmalı," derken, "ama…" diye sürdürmemizin nedeni bu.

Halkın çoğunluğunun, doğumuyla  dahil olup eğitimiyle, yaşamıyla, ortam baskısıyla içselleştirdiği "Türklük sözleşmesi", ötekileri, hele de Kürtleri kapsamıyor. Bu ülkede barışın, huzurun yerleşmesi, kimlik siyasetinden sıyrılıp "biz" olabilmemiz için gerekli "Türkiyelilik sözleşmesi"ne bir türlü ulaşamıyoruz. 

Kobane davası başlangıç olabilir

Kobane davası nasıl gelişirse gelişsin, nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın umuda yolculuğa doğru bir adım olabilir. 159 imzalı bildirinin medyadan gördüğü ilgi, televizyon kanallarında, internet portallerinde, sosyal medyada konunun her zamankinden daha yaygın yer alması, hiç umulmayacak kişilerin Kürt meselesindeki söylemlerinde gözlenen yumuşama, eleştirel olsa da gerçekçi değerlendirmelerin yaygınlaşmaya başlaması iyi işaret sayılmalı. Ne alâkası var demeyin, AMED Spor'un şampiyonluğunun medyada yansıma biçimi, kutlayanların kimlikleri, ırkçı-faşit tepkilerin yaygınlaşamaması bile bir gösterge.

Demek istediğim: Batı mahallesiyle doğu mahallesinin, Türk mahallesiyle Kürt mahallesinin buluşup  haksızlığa hukuksuzluğa karşı birlikte mücadeleyi deneyimlemeleri için fırsat doğuyor. Van'da Belediye Başkanlığı'na el koymaya çalışan zihniyeti gerileten; mahallelerin buluşması, ortaklaşmasıydı.

Bunun çok zor olacağının, büyük engellerle karşılayacağının, başarıya doğru her adımda en ağır biçimde engelleneceğinin, köstekleneceğinin farkındayım. Tam da bu noktada en baştan beri gevelediğimi söylemenin zamanıdır: Özgür Özel CHP'sinin sınavı, -sadece sınavı değil bekası- bu yolda cesur adımlar atılmasına bağlı. Hedef; hukuka, adalete, demokrasiye dönüş ise, "Türk'ün Kürt kilidi" açılmadan o hedefe ulaşmanın olanağı yok. CHP'nin o kilidi açmaya niyeti varsa Kobane davası mükemmel bir fırsat sunuyor. Göreceğiz…

Oya Baydar kimdir?

Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.

Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.

1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.

Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.

Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.

1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu.

1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.

Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.

12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.

Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.

Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.

Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.

Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.

İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.

Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.

2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.

Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.

ESERLERİ

Roman

- Allah Çocukları Unuttu (1960)
- Savaş Çağı Umut Çağı (1963)
- Kedi Mektupları (1997)
- Hiçbiryer'e Dönüş (1999)
- Sıcak Külleri Kaldı (2000)
- Erguvan Kapısı (2004)
- Kayıp Söz (2007)
- Çöplüğün Generali (2009)
- O Muhteşem Hayatınız (2012)
- Yolun Sonundaki Ev (2018)
- Köpekli Çocuklar Gecesi (2019)
- Yazarlarevi Cinayeti (2022)

Deneme

- Surönü Diyalogları (2016)

Öykü

- Elveda Alyoşa (1991)
- Madrid'te Ölmek
- Mırınalı Madride (2007)

Anlatı

- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014)
- Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk
- Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018)
- 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Romanını yazamadığım kahramanım Nazar

İnsan benim yaşıma gelip de birlikte yol yürüdüğü,  onlarla zenginleştiği dostlarını, arkadaşlarını yitirdiğinde sadece onların matemini tutmuyor, sadece onlara ağlamıyor. Her giden bizden bir parça koparıp gidiyor. Eksiliyoruz

Bir yazamama yazısı

Yazıyoruz, söylüyoruz, bağırıyoruz, feryat ediyoruz da ne oluyor, ne değişiyor! Anlamsızlık, yetersizlik, boşuna çaba duygusu

Çocukları kefene sokan ruh hastası ilkel zihniyet

ÇEDES'in amacı çocuklarda çevre duyarlılığını geliştirmek ise, ormanlarımızın, tarım topraklarının, doğal zenginliklerimizin nasıl yok edildiğini, açgözlü vahşi talan düzeninin doğal yaşamı nasıl katlettiğini öğretin

"
"